TARİH, 21 Şubat 1973.
Yer, Lübnan Trablusşam şehri yakınlarındaki Nahr El Bared kampı.
Saat 01.00’e geliyor.
Nöbetçi komutan Bora Gözen, arkadaşlarının uyuduğu barakaya girdi. Sessiz olmaya, bir yerlere çarpmamaya özen gösterdi. Kampın genel kuralıydı; olası bir İsrail saldırısına hedef olmamak için akşam karanlık bastırınca tüm ışıklar söndürülüyordu.
Gün boyu ölesiye koşan, yakın dövüş eğitimi alan arkadaşları derin uykudaydı.
Bora Gözen, kampın deniz kıyısında nöbeti devralacak arkadaşı Faik Bulut’u dürterek uyandırdı. Arkadaşının uyandığını görünce geldiği gibi sessizce kampın nizamiye kapısındaki görev yerine gitti.
Kampın deniz kıyısındaki nöbetinin son dakikalarını geçiren Ali Kiraz elindeki silahıyla, gözünü denizden ayırmadan sahilde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Denizde tek bir kıpırtı yoktu.
Kampta on bir genç devrimci kalıyordu. Hemen hepsi Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) mensubuydu.
Örgüt 1970’li yıllarda Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi ile temasa geçmiş, Filistin’e gönderilecek militanlarının askeri eğitim görmeleri hususunda anlaşmaya varmıştı.
Örgütün Nahr El Bared dışında ayrıca Golan Tepeleri ve Reşadiye olmak üzere iki kampı daha vardı.
Bugünün ünlü bazı isimleri, o günlerde bu kamplardaydılar: Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Ömer Özerturgut, Atıl Ant, Sabetay Varol, Ercan Enç gibi…
Saldırı başlıyor
Faik Bulut da birçok arkadaşı gibi kaçak yollardan Kamışlı-Şam-Beyrut yolunu takip ederek kampa ulaşmıştı.
01.00-03.00 nöbeti onundu.
Çarçabuk giyindi. Barakadan çıktı.
Gecenin serinliği yüzüne çarptı.
Gökyüzünde ne çok yıldız vardı.
Nöbet yerine doğru birkaç adım atmıştı ki, ardı ardına patlamalar oldu. Kamp deniz tarafından havan topuyla dövülüyordu.
Kendini pis suların bulunduğu arka attı. Silahsızdı…
Silaha alışmak için gece gündüz silahlarıyla yatıp kalkıyorlardı. Ancak eğitim sürecinin sonuna gelmişlerdi. Kampı bir iki gün içinde boşaltıp Almanya’ya Türk işçilerini örgütlemeye gideceklerdi. Filistinli komutanlar ve eğitmenler kamptan ayrılmışlardı. Bu nedenle kampta pek silahları, cephaneleri de yoktu; sadece dört uzun menzilli silahları ve bir mitralyözleri vardı.
İlk ölenler, kamp komutanı Bora Gözen ile deniz kıyısında nöbet tutan Ali Kiraz oldu. Karşılık bile vermeye fırsat bulamamışlardı.
Deniz açıklarında bulunan İsrail Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ait savaş gemisi, kampa ve çevresine bomba yağdırıyordu.
İsrail’in tek hedefi, Türk devrimcilerin bulunduğu kamp değildi. Kampın doğusunda bulunan Filistin mülteci kampı da bombalanıyordu. Mülteci çocukların gittiği okul ve sağlık ocağı binaları da hedefler arasındaydı.
Mitralyöz kurulamadı
Barakada sekiz kişiydiler.
Bomba sesleriyle yataklarından fırladılar. Şarapnel parçalarından kurtulmak için önce barakadan çıkmayı düşündüler. Ama dışarısı cehennem gibiydi. Yatakları pencerelere yığdılar.
Önce bunu Lübnan ordusu ile Filistinlilerin çatışması sandılar. Ancak genelde onların çatışmaları gündüz başlayıp gece bitiyordu. O halde?.. İsrailliler miydi yoksa?
Bu arada ellerindeki mitralyözü kurmaya çalıştılar. Telaştan ve heyecandan tüm öğrendiklerini unutmuşlardı sanki. Tecrübesizdiler.
Oysa, onca öğrenci gösterilerinde bulunmuşlar, polislerle taşlı sopalı çatışmışlar ve Filistin’e gelip askeri eğitim almışlardı. Ama bunlar şimdi yaşadıklarından çok farklıydı; böylesiyle ilk kez karşılaşıyorlardı. Bıyıkları terleyeli kaç yıl olmuştu ki; hepsi gencecikti. Büyük olan sadece düşleriydi…
Yarım saattir süren bombalama durdu. Baraka isabet almamıştı.
Türk devrimciler kurtulduk sevincini tam yaşayacakken bu kez baraka yaylım ateşine tutuldu.
Savaş gemisi atışı bırakmıştı. Çünkü İsrail komandoları, kampın çevresine sokulmaya başlamıştı. Ellerindeki otomatik silahlarla barakayı delik deşik ettiler. İçeriden artık ne ateş ediliyor, ne de bir ses çıkıyordu. İki İsrailli komando barakaya yaklaşıp ellerindeki el bombalarını fırlattılar.
Sonra içeridekilerin öldüklerinden emin olup barakadan uzaklaştılar.
Bu ağır saldırıya rağmen barakadan iki kişi kurtulmayı başaracaktı. Ancak…
Cafer Topçu, Kerim Öztürk, Ahmet Özdemir, Yücel Özbek, Gürol İlban ve Şükrü Öktü can verecekti.
Bir kişi esir alındı
Faik Bulut’un kafasında tek düşünce vardı; silah bulmak.
Bombalama bitince kendini koruduğu dalgakıranların arkasından sürüklenerek, emekleyerek sağlık ocağı binasına gitti. Buraya da iki top mermisi isabet etmişti. Duvarlarının yarısı çökmüştü. Kimsecikler yoktu.
Sağlık ocağının arkasındaki sokaklara daldı. Yollarda birkaç ölü Filistinli milis gördü. Sokaklarda ölüm sessizliği vardı. Bir-iki evin kapısını çaldı. Kimse cevap vermedi.
Bu sırada sokakta G3 makineli tüfek buldu. Şarjörü doluydu.
Silahı kapıp kampa doğru koşmaya başladı. Tam o anda…
1520 kişilik İsrailli komandoların kendine doğru geldiklerini gördü.
İsrailli askerler onu fark etmemişti. Yaklaştıkları sırada tetiğe basıp şarjörü boşalttı. Kaç kişi öldü, kaç kişi yaralandı bunu hiçbir zaman öğrenemedi.
Kaçmaya çalışırken iki kurşun yedi. Düşmedi. Arkadaşlarının bulunduğu kampa doğru koşmaya çalıştı.
Bir yandan da aklına bin bir türlü soru geliyordu.
Bir iki gün içinde kampı terk edeceklerini İsrailliler nereden biliyordu?
Kendilerinden bir önce kampta bulunan ve kendilerine "Kuvayı Milliye" adını veren devrimci grup Türkiye’ye girer girmez silahlarıyla birlikte yakalanmıştı. Onları kim ihbar etmişti?
Kafası allak bullak olmuştu…
Barakaya ulaştığında, daha birkaç saat önce sohbet edip güldüğü arkadaşlarının vahşet görüntüleriyle karşılaştı. Kiminin başı yoktu, kiminin ayağı, eli. İsrailli askerler öldüklerinden emin olmak için hepsini karınlarından süngülemişti.
Faik Bulut enkaz içinde silah ararken üç kurşun daha yedi. Yığılıp kaldı. Artık kaçacak gücü kalmamıştı.
Yanına iki İsrailli asker yaklaştı. Kafasına yediği iki dipçik darbesiyle kendinden geçti.
İsrail’in sabaha kadar süren saldırısında sekiz Türk devrimci öldü.
"Öldüler" denilerek bırakılan barakadan iki kişi kurtulmayı başardı.
Faik Bulut ise İsrail’e götürüldü ve 7 yıl 2 aya mahkûm edildi.
Ölen sekiz Türk devrimci, Filistin’deki "Enternasyonalizm ve Halkların Kardeşliği Mezarlığı"na defnedildi.
Ve yıllar içinde; Lübnan iç savaşı ve İsrail bombalarıyla bu mezarlık da tahrip oldu. Türk devrimcilerinin mezarlarının nerede bulunduğu bilinmez hale geldi.
Oğlunun öldürüldüğü annesinden saklandı
NAHR El Bared kampının sorumlusu Bora Gözen öldürüldüğünde 30 yaşındaydı.
İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi mezunuydu.
Çocukluğundan beri babası gibi mühendis olmak istiyordu. Başarmıştı. Ancak artık yeni düşlerinin peşinden koşmak istiyordu.
Fahriye Gözen, oğlunu kaybettiğinde 51 yaşındaydı. Ankara Yüksek Öğrenim Kız Öğrenci Yurdu’nun müdiresiydi.
Biricik oğlunun Filistin’de öldürüldüğünü yaklaşık on yıl sonra 1982 yılında öğrendi.
Ona, Bora Gözen’in yurtdışında kaçak yaşadığı söylenmişti.
Ne yapacağını, bu gerçekle nasıl yaşayacağını bilemedi. "İnanamadım" adlı şiirini yazdı:
"Ama o günden beri,
Yedi Temmuz Sekseniki
Ben, ben değilim.
Seni bir yerlerde sanmak,
düşünmek,
ummak,
beklemek,
inanmak, inanmaktı yaşamak…
Şimdi ben, neylerim?"
Fahriye Gözen yine bir şiirinde dediği gibi oğlunun "yokluğunu yudum yudum yüklendi". Ancak yakın çevresi, "Örgüt gizliliği vardır, şimdi askeri darbe dönemi, kaçak yaşadığı bilinmesin diye bunu belki de mahsus söylüyorlardır" diye avutmaya çalıştılar.
İçinde küçük de olsa bir "acaba" sorusu doğdu.
Fakat 1989 yılında acı gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı. Eşini kaybetmişti ve mahkeme veraset ilamı istiyordu. Artık gizlilik de, örgüt de kalmamıştı.
Ölüm gecesinden kurtulan Faik Bulut’la buluştu. Tüm gerçeği bütün yalınlığıyla anlatmasını istedi. Faik Bulut anlattı. Hiç ağlamadı. Kendine söz vermişti; nice acılar çekmiş oğlunun yakın arkadaşlarının yanında dimdik duracaktı.
Ardından Faik Bulut aracılığıyla Ankara’daki Filistin Büyükelçiliği’yle temasa geçti.
Evet, artık emindi; biricik oğlu İsrail komandolarının baskınında şehit düşmüştü.
Ve ne yazık ki Fahriye Gözen, evlat acısına dayanamadı, 2001 yılında vefat etti. Ardında oğluna yazdığı şiirler bıraktı:
"Adına dizeler, destanlar yazdım.
Yittiğin toprakları bir bir aradım.
Toyluğuna, gençliğine doyamadığım
özgürlük diye diye namerde mi çattın?
Dağ, taş, ova, bayır bugün gezerim.
Derdime acılar, dertler eklerim.
Dostlar, aklın yiter gel, etme derler.
Sensiz aklı, fikri gayrı neyleyeyim."
Kurtulan üç kişinin hayatı nasıl değişti
BARAKADAN iki devrimci ağır yaralı olarak kurtarıldı. Günlerce hastanede kaldılar.
Bunlardan "Küçük Ali" iyileştikten sonra Almanya’ya gitti. 1974 genel affından sonra Türkiye’ye döndü. Ankara Üniversitesi’nde yarım bıraktığı hukuk öğrenimini tamamlayarak avukat oldu.
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra önce milliyetçi, sonra dinci oldu. Eşini tesettüre soktu. Daha önce içinde bulunduğu sol hareketler hakkında Prof. Aydın Yalçın’ın çıkardığı "Forum" adlı dergiye muhalif yazılar yazdı.
Halen Ankara’da yaşıyor. Avukatlık yapıyor.
Ölüm tarlasından kurtulan "Kayserili" de 1974 genel affından sonra Türkiye’ye döndü. Malatya-Sivas-Kahramanmaraş yöresinde köy köy dolaşıp saz çalarak hayatını kazandı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra o da hidayete erip İslamcı oldu. Sazı bırakıp kendini tamamen ibadete verdi. İstanbul’a taşındı. Grafiker oldu. Aynı yerde çalışan başörtülü bir kızla hayatını birleştirdi.
Halen İstanbul’da yaşıyor ve aynı işi yapıyor. Ve kamptan yaralı olarak esir alınan Faik Bulut, İsrail zindanlarında, çoğu hücrede olmak üzere 7 yıl 2 ay hapis yattı. 18 Mart 1980’de Türkiye’ye iade edildi.
Filistin’e gittiğinde 22 yaşında, Ankara Gazi Eğitim Fakültesi-Resim İş Bölümü öğrencisiydi. Döndüğünde 30 yaşındaydı.
İstanbul’da gazetecilik yapmaya başladı. Ardından araştırmaya dönük kitaplar yazdı. Ortadoğu’daki İslami hareketler ve Kürt tarihi konusunda uzmanlaştı.
Filistin kampında yaşananları "Filistin Rüyası" (Berfin Yayınları) adlı kitabında ayrıntılarıyla anlattı.
Halen İstanbul’da yaşıyor; yerli ve yabancı basına makaleler yazıp belgeseller yapıyor. İnandığı yolda yürümeye devam ediyor.
Kaynak: turkiyehaberi.com