Evrensel
1955 yılında Malatya–Arguvan´da doğdu. İlk ve Orta öğrenimini Arguvan´da, Lise öğrenimini İstanbul´da tamamladı. 1978 yılından beri Hamburg´da yaşamını sürdüren Varol, Resim ve Grafik Akademisini bitirdi.
Çok küçük yaşta resim yapmaya başlayan Varol´un, gerek Türkiye´de gerekse çeşitli ülkelerde açılmış çok sayıda resim sergisi bulunmaktadır. Varol, resim çalışmalarını 1992 yılından beri kendi atölyesinde devam ettiriyor. Şu ana kadar 15 kişisel ve 3 karma sergi açan, 2 kez de uluslararası sergilere katılmış olan Varol, yaptığı yağlı boya ve portre resimleri ile de bir çok kuruluş tarafından ödüle layık görülmüştür.
Uzun yıllardan beri resimle uğraşan biri olarak bize bu uğraşınız ve Almanya’ya gelişinizin sizi nasıl etkilediği hakkında neler söyleyeceksiniz?
Ben de herkes gibi ilk geldiğim dönemlerde hala Türkiye’yi yaşıyordum ve bundan dolayı Türk insanını resimlerime konu aldım. Daha sonra bunun değişmesi gerektiği kanaatine vardım. Çünkü artık Almanya’da yaşıyordum ve buranın bir parçası olarak kalacaktım. ‘İçinde bulunduğum ülkeyi konu edinen resimler yapmalıyım’ diye düşündüm. Buradaki sorunları ve yaşamı bundan sonra da resimlerime yansıtmak istiyorum. Bu, Türkiye’den kopmuş olduğum anlamına gelmiyor. Sanat evrenseldir diye düşünüyorum.
Bir sanatçı olarak yaptığınız resimlerin, ona bakan emekçilerdeki önyargıları kırabileceğini düşünüyor musunuz?
Bu görev daha çok sanatçıya düşer. Bizim en büyük görevimiz de bu olmalı. Halklar arasındaki dostluk bağlarını güçlendirmek gerekiyor. Sanat buna hızmet etmeli. Sanatçı halka bir şeyler verebilmeli, böylece halkları birleştirebilmeli. Uyum sanatçı ve aydını da ilgilendirmelidir.
40 yıllık göçün kültüre ve sanata yansıması sizce nasıl oldu?
Almanya bir göçmen ülkesi ve öncelikle bunun kabul edilmesi gerekiyor. Çünkü hükümetle siyasi partiler henüz bunu kabul etmiyorlar. Bu böyle olunca kültür ve sanat alanında da tabi bir değişiklik olacaktır. Şu anda Türkler hala ‘misafir işçi’ olarak görüldüğünden, bu durum sanata ve kültüre de yansıyor. Bizim yaptığımız sanatı, kültürümüzü misafir işçi, yabancı kültür olarak görüyorlar. Küçümsenmemesi gerekiyor, Türk sanatını Almanların da tanıması gerekiyor. Kültürümüzü, yaptığımız çalışmaları henüz ciddiye almıyorlar. Mesela ben resim yapıyorum, galeriye gittiğimde bizi ciddiye almıyorlar, yer vermiyorlar. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince istemiyorlar ve zorluk çıkartıyorlar. Halbuki Türkiyeliler Almanya’da artık bir olgudur. 40 Yıllık süreçten sonra artık Türkiyeliler burda kalıcıdır. Aziz Nesin, Yaşar Kemal gibi yazarların kitapları Almanca’ya veya Avrupa ülkelerinin dillerine çevriliyor. Mesela Fransa ve İsveç’te Yaşar Kemal’in kitabı bir zamanlar liste başı olmuştu. Zülfü Livaneli’nin, Sezen Aksu’nun vb. müzikleri dinleniyor. Ciddiye alınmamız gerekiyor ki, biz de sanatımızı geliştirerek birlikte birşeyler yapabilelim.
Peki yabancılar olarak Almanya’daki ilerici kültürel değerleri paylaşma konusunda ciddi adımlar atabildik mi?
‘Alman kültürü daha ilerici bir kültürdür’ biçiminde bir görüşüne ben katılmıyorum. Türkiye kültürünün Alman kültüründen alacağı çok şeyler var tabii. Fakat bu alışverişin karşılıklı olması gerekiyor. Onların da bizi ciddiye alıp insan yerine koymaları gerekiyor ki, bu alış veriş olsun. Aksi takdirde uyum olmuyor ya da zor oluyor.
40 yıllık geçmişe göz attığımızda, sizce uyumun önündeki engeller nelerdir ve bu engeller nasıl kaldırılabilir?
Öncelikle yabancılar yasasının kaldırılması gerekiyor. Uyumu engelleyen şey Almanya’nın politikasıdır ve de bunun değiştirilmesi gerekiyor. Bunun teşhir edilmesi gerekiyor ve kabul etmeleri gerekiyor.
Peki Türk devletinin Almanya’daki Türkiyelilere yönelik politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Buradaki Türkleri bir çıkar olsun diye veya bir lobi olarak görmemeli, çünkü bu da uyuma engel oluyor. Türklerin çoğu artık ‘lobici’ olmak istemiyor. Çünkü onların yaşam merkezleri artık Almanya’dır. Türkiyeliler artık her alanda hak sahibi olmak istiyorlar. Onun için Türkiye’nin politikası ters düşüyor. Bu politika Türkiyelilerin Almanya’ya uyumunu engelliyor. Artık Türkler burada kalıcı; burada yaşamlarını sürdürüyorlar, ev almışlar, Türkiye’ye gitmeyi düşünmüyorlar vb. Türk kültürünün ilerici yönleriyle Alman kültürünün ilerici yönleri birleştirilerek ortak bir kültürün oluşturulması gerekiyor. Bence tek çıkar yol budur.
Türkiyeliler açısından uyumu hızlandırmak için Türkiyeli aydın ve sanatçılara neler düşüyor sizce?
Bu konuda Türkiyeli aydın ve kuruluşlara büyük görevler düşüyor. Türk toplumuna düşen görev bir yandan Türkiye kültürünün olumlu yanlarını yeni şekillenecek kültüre taşımak ve diğer yandan Türkiye’nin yarı feodal yapısından kaynaklanan geriliklere karşı mücadele etmektir.
Bence burda en önemli görev Almanlara düşüyor, çünkü onlar ana toplumu oluşturuyor, biz ise azınlıktayız. Yabancılara siyasi alanda eşit haklar tanınmalıdır, ancak bu şekilde yabancılar kendilerini toplum dışına itilmiş hissetmeyecekler ve aktif olarak ülkenin siyasi yaşamına katılabileceklerdir. Siyasi hakları olmayan bir insanın toplum hayatına tamamen katılmasını beklemek mümkün değildir. İkinci önerim Yabancılar Yasası’nın kaldırılmasıdır. Yabancıların bu toplumun gelişmesine yıllardan beri katkıları, artık bu toplumun bir parçası haline geldikleri ve niçin burada oldukları açıklanmalıdır ki, yabancı düşmanlığı engellenebilsin ve yabancılara karşı önyargılar azaltılabilsin. Hollanda’da olduğu gibi burada da yabancı düşmanlığına karşı yasalar çıkarılsın ve gettoların oluşması önlensin. Gettolar yabancılar arasında içe kapalı bir kültürün ortaya çıkmasını sağlıyor; hem kendi kültürlerinin olumlu yanlarını koruyamayan hem de Alman kültürünün olumlu yönlerinden yararlanamayan bir kesimin oluşumunu teşvik ediyor.
Almanya’da sağlanan kültür hizmetlerinden yararlanılması her iki toplumun birbiri daha anlayabilmesini ve birbirlerinden karşılıklı birşeyler öğrenebilmesinin olanaklarını yaratmaktadır. Bu konularda adım atılmadığı takdirde, yabancılar sorunu Almanya içinde bir ur gibi kalır ve gün geçtikçe daha da büyür.
Burada yaşayan yerli ve yabancı emekçilere göçün 40. yılı vesilesiyle vermek istediginiz bir mesaj var mı?
Buradaki Türkiyelilere önce Almanca öğrenmelerini, Alman vatandaşı olmalarını ve örgütlenerek sorunlarına karşı daha duyarlı olmalarını öneriyorum. Çünkü bu, insanların yaşamlarını kolaylaştırıyor. Kendi kabuğundan çıkmalı. Ayrıca sanatçı olarak insanlara bir önerim de, sanata karşı daha duyarlı olmaları, kendilerini geliştirmeleri, sanatın çeşitli alanlarında müzik, resim, tiyatro, sinema vs. yer almaları ve kitap okuma alışkanlığı edinmeleri olacaktır.
‘Buradaki kültürel sosyal yaşamın sökülemez parçasıyız’
Film yönetmenliği ve yazarlığı yapan Tonguç Baykurt, uzun yıllardır Hamburg’ta yaşıyor. Şimdiye kadar altı tane kısa film yapan Tonguç Baykurt’un bir diğer özelliği ise, yazar Fakir Baykurt’un oğlu olması. Altona’da Hamburg Üniversitesi’ne bağlı film yönetmenliğiyle ilgili bir okulu tamamlayan Baykurt, kendi deyimiyle ‘diplomalı yönetmen’ olduktan sonra, son yaptığı filmle çeşitli ödüller de aldı. Hans Verner Geisendörfer ile (Linden Strasse´nin yapımcısı) bağlantı içinde olan yönetmen en son olarak ise, sinema filmi olacak bir senaryonun hazırlığı içinde bulunuyor.
Önce çalışmalarınızdan başlayalım, bugün kadar yaptığınız çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
Şimdiye kadar toplam 6 kısa film çalışmam oldu. Bunlardan bir tanesi Hamburg´daki Alman kadın hapisanesi üzerine belgesel bir film. Diğer beş tanesi de kısa metrajlı film. İlki, başarısız bir deneme oldu. İkincisi ise oldukça başarılıydı ve Cannes, Montreal gibi film festivallerinde gösterildi, aradan iki üç sene geçmesine rağmen zaman zaman ARTE kanalında da gösteriliyor. Son yaptığım film iki tane ödül aldı bunlardan birisi "Altın Serçe" ödülü (Goldene Spatz). Yine Çek Cumhuriyeti’nde birincilik elde etti. Ayrıca Hamburg Uluslararası Çocuk Filmleri Festivali’nde ikincilik ödülü aldım.
Filmde bir ailenin geçmişini yani buraya hem politik hem ekonomik nedenlerden dolayı gelen bir aile anlatılıyor. 68’li yılların gençleri artık yetişkin adam oldular, bunların çocukları şimdi 30 yaşlarındalar. Filmde işte bu çocuklardan biri, geçmişini, Türkiye´deki geçmişini keşfediyor. Burada doğmuş büyümüş bir insan için kendi kişiliğini kendi geçmişini keşfetmesi çok ilginç bir hikaye diye düşündüm. Bir film aslında yüzeysel olarak bakıldığında yırtılmış, parçalanmış bir evlilik fotoğrafının diğer parçalarını bulma macerası gibi gözüküyor. Onu ararken aslında o çocuk kendi geçmişini arıyor, kendi kişiliğini arıyor yani hem ailesini keşfediyor ve fotoğrafın parçalarını bulurken, kendi geçmişinin parçalarını da buluyor. Böyle bir hikaye.
Bu yıl Türkiyeden Almanya´ya emek göçünün 40. yılı; bu kırk yıl sizce sinemaya nasıl yansıdı?
40 yıl içinde belki 2-3 film çıktı şimdiye kadar; yani kalburüstü denecek özellikte. Köln´de Kadir Sözen diye bir arkadaşımız var o bir kaç tane film yaptı. Ama gerçekten kendini duyuran ve bundan 15-16 sene önce yapılmış olan Tevfik Başar´ın "40 metrekare Almanya" filmi oldu. Son yıllarda ise "Kısa ve Ağrısız" (Kurz und Schmerzlos) filmini yapan ve Hamburg’ta yaşayan Fatih Akın var. Bunlar duyulan filmler ama bunun dışında çok fazla duyulmuş filmler yok. Ama ne var ki, çok sayıda da yeni kadın ve erkek yapımcı, senarist, sinema çalışanı, oyuncu, tiyatrocu arkadaşımız yetişti. Öyle sanıyorum ki büyük bir patlamanın önündeyiz gibi geliyor bana; yani şimdiye kadar az ama şimdiden sonra çok olacak ve sağlıklı bir biçimde olacak. Burada yaşayan Türkiye´lilerin büyük bir birikimi var. Bu potansiyel, 40 sene içinde suskun kaldı ama birinci kuşağın çocukları artık susmuyorlar, konuşan insanlar, yapan insanlar haline geldiler diye düşünüyorum.
Biz buradaki hayatın, buradaki kültürel, sosyal yaşamın, önemli ve söküp atılamayacak, reddedilemeyecek bir parçasıyız. Sinema alanı da toplumdaki gibi. Herkes bu gerçeğe göre politika yapmaya başladı diyebiliriz.
Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin artık Almanya’nın bir parçası olması, kalıcılaşması gerçeği sinemada kendini nasıl gösterdi?
Evet öyle birşey var. Bugün birçok arkadaşımız, "ben buralıyım, ben Almanyalıyım ve doğal olarak da buraya yönelik film yapacağım" diyor. Benim pazarım da burada, yani benim filmimi Alman televizyonu gösterecek, o satın alacak, Alman sinemalarında gösterilecek. Ben Türkiye’de doğdum büyüdüm, sonra geldim buraya Alman değilim ama burada yaşıyorum, aynı zamanda buralıyım da. Ama insanın ayaklarını bastığı yerde sorumluluğu vardır; benim ilk sorumluluğum buraya karşı tabi ki.
Sinemanın buradaki ortak yaşama ne gibi katkısı oldu sizce; ya da gelecekte neler yapılması gerekir?
Ben Hamburg’un en şanslı bir bölgesinde yaşıyorum: "Altınova" diyor bizimkiler, çünkü "Altınova" bizim köyümüz gibi! Burada bir çok da sanatçı, filmci yaşıyor. Buradaki bölgesel fest’lerde bizim köy şenliği gibidir aslında. Bu yüzden olaya tekyanlı bakıyor olabilirim. Burada benim çok iyi bulduğum bir şey de, kültür evlerinin olması. Sosyal kültürel aktivitelere katılım oldukça iyi. Çocuklar harika, hem çok iyi Türkçe konuşuyorlar hem Almancaları çok iyi.
Ulusal köken farklılıklarından kaynaklı önyargılar konusunda neler söyleyeceksiniz?
Hayır ne Altona’da ne de genel olarak rahatsızlık vrecek bir önyargı olduğnu düşünmüyorum. Eğer Doğu Almanya’ya gidersen durum farklı. Almanların yedikleri sebze meyve Türkiye’den geliyor, alışverişi Türklerden yapıyorlar, dönerden tutun da her şeyi. Aldi’ye gitsen Aldi’de kasada oturanlar Türkler. Kasabı Türk. Akşam lokantaya gidiyor Türk.. hayatın her alanını paylaşıyoruz. Önyargı bence eskisi kadar çok değil, önemli gelişmeler olduğunu düşünüyorum.
Biz buranın bir parçasıyız ama göstermelik parçası değiliz; hem olumsuz hem de olumlu yönüyle buranın bir parçasıyız yani.
Tabii bu gerçeğin görülmediği zamanlar da oluyor. Örneğin ben Arbeitsamt’a giderken, bir yabancı olarak ayrımcı bir muameleyle karşılaşabileceğim için korkuyorum.
Almanya’da Türk milliyetçiliğini esas alan ve önyargıları bu taraftan da körükleyen çevreler var, bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence ırkçılık sadece Almanların, Yugoslavların ya da Türkiyelilerin sorunu değil. Tüm vatandaşların bir problemi; ve bir insanlık suçu. Buna karşı yapılan bir eyleme Türk bayraklarıyla gitmenin, ırkçılığa karşı ırkçılıkla mücadelenin doğru olmadığını düşünüyorum.
Sinema büyük bir ticari sektör durumunda. Sinema sizce para çoğaltan bir araç mı oılmalı?
Sinema başlı başına bir endüstri, filmlerde bir ürün; ürün olmak zorunda çünkü çok paraya maloluyor, yani filmi satmak lazım. Film tarihinde çok müthiş, kaliteli filmler var, ama hiç kimse görmemiş… Yaptığım film herkesin anlayacağı, insanların görebileceği film olsun isterim. Yapımcı, mutlaka parayı geri almak ister, filmi kazansın ister.
Ben bir sanatçı olarak hem ‘ürün’, hem de sanat yapmak durumunda kalıyorum. Hem bu işin para kazanma yanı var hem de sanat yapma. Ama bizim bir sorumluluğumuz var; sebze satmıyorum, bakkal çalıştırmıyorum, ınsanlara karşı sorumluluğum var. En önemlisi de tabi burada yaşayan, burada kalan, çalışan ve buradaki insanlarla buradaki acıyı, sevinçleri paylaşan birisi olduğum için buradaki insanlara karşı bir sorumluluğum var. "Yusuf" filmi Altona´da yaşayan bir gencin hikayesi.